Bugün içimde sözlenmek istenenleri yazmaya oturduğum anda Taksim’deki patlamanın haberi geldi. Haberin hemen akabinde ise dahil olduğumuz uluslararası gruplardan mesajlar gelmeye başladı. Dünya çapından dostlar şehrimizde yaşanan bu düşük bilinç gerçekliğine dair endişelerini ve dileklerini dile getiriyorlardı. Neredeyse 2023 yılına girmekte olduğumuz bu dönemde hala böylesine düşük titreşimli gerçekliklerin vuku buluyor olması, bazı ruhların böylesine karanlık duygulara kendilerini teslim ediyor olmaları, beni en derinden üzen. Ve belki de bugün benden sözlenmek istenenlerin sizlerin kalplerinize daha hızlı ulaşmasına vesile olacak olan da bu.

Sözlerime bu boyuttaki yaşamdaki en büyük gerçeklikle başlamak istiyorum. Hepimiz bir gün öleceğiz. Süreyi uzatmaya dair çabamıza rağmen, bir gün, her birimiz bu bedende yaşamakta olduğumuz gerçekliğe veda edeceğiz. Tüm maddesel kazanımlarımızı ardımızda bırakarak gönlümüzün hafifliğini alıp gideceğiz. Geriye sadece gönülden yarattığımız derin bağlar ve içtenliğimizin yarattığı hisler sevdiklerimize bir anı olarak kalacak. Bizlere bu boyutta, bu gezegende, yaşamı deneyimlememiz için verilmiş olan bu bedene bir gün veda edeceğiz. Dünyaya geldiğimiz anda aldığımız ilk nefes ile, (zamanı belirsiz olmakla beraber) kesinlikle bir an vereceğimiz son nefesimiz arasında, bu boyuttaki gerçekliğimizin hakkını ne kadar veriyoruz? Bireysel potansiyelimizi kapasiteye çevirmeye ne kadar niyet ediyoruz? Kaçımız bu niyetle yaşamımıza düzenli alıştırmaları dahil edip, niyetimizi gerçekleştirmeye dair yola çıkıyoruz?

Sistemler dönüşüyor, dünya değişiyor. Bu gerçeklikte kanıksanamaz. Yaşamda hiçbir şey aynı kalmıyor. Aynaya bakarken gördüğümüz yüzümüz bile gün geçtikçe değişiyor. Bugün yüksek bilinci konuştuğumuz, bizlerden saklanmış evrensel yasaların ve gerçekliğin gün yüzüne çıktığı inanılmaz bir enformasyon çağının ortasındayız. Tekâmül yolculuğuna geldiği bilincini idrak edenlerin, kendi potansiyellerini kapasiteye çevirmek için verdiği emeklerin yanı sıra hala savaşlardan, bombalı saldırılardan, canı yanmış olanın can acıtma arzusu ile tetiklenerek harekete geçtiği düşük bir bilinçten de bahsedebiliyoruz. Çünkü burası düalitenin hüküm sürdüğü bir dünya. Aydınlık arttıkça karanlıkta o kadar hırslanıyor. Ve fakat, bildiğim bir şey var ki, aydınlık sadece titreşmekte olduğu frekans seviyesi sebebiyeti ile, karanlıktan daha fazla etki yapma potansiyeli taşıyor. Duygu seviyelerimiz bedenimizden frekans olarak çevremize etki ediyor ve benzeri frekansta titreşenler birbirine çekiliyor. Ve birlikten güç doğuyor. Sonuçta bizler birleşip hareket ettiğimizde bu gezegende sonsuz bir etki yaratma yetisine ve potansiyeline sahip olan yegane varlıklarız.

Ya geçmişten gelen yargıları, bizlere dikte edilmiş olan var oluş ve işleyiş yasalarını, korkuyu ve kontrolü kabul edecek ve istemesek de, yaşama ve insanlığa olan vaz geçmişliğimizle, karanlığın distopik bir gerçek yaratmasına destek vereceğiz. Ya da birlikte Utopianın yaratımına geçeceğiz. Ve evet. Ne yazık ki arası yok. İnsanlık olarak çok uzun zamandır arafta dans ediyoruz. 4,6 milyar yıllık bir gezegende sadece 6,000 yıl önce bizlere krallıklar, dinler ve paranın sisteme girmesi ile dikte edilmiş olan gerçekliği kabul edip, ufak yamalarla düzenleyip yolumuza devam ediyoruz. Biliyorum Utopia çok hayalperest geliyor ve denemişliklerin hiçbirinin olumlu sonuçlar vermediğine dair bin bir çeşit senaryo ve görüş var. Ve işte belki de beni en çok üzen, en büyük hayal kırıklığına uğratan da insanlığın bu boş vermişliği ve kendi içinde barındırdığı yaratanın parçacıklarını görmezden gelmesi.

Her birimizin potansiyele inandığımızı biliyorum. Bu potansiyeli en azından kendi yavrularımızda görüyor, deneyimliyor ve arzuluyoruz. Onlarda gördüğümüz potansiyeli onların da görmelerini ve gerçekleştirmelerini ne kadar da gönülden arzuluyoruz. İşte yaratan da aynı ümitle bizlere bakıyor. Kendi potansiyelimizi gerçekleştirmemiz için geldiğimiz bu yaşam okulunda, tekâmül sürecimizde, erdemle yol almamız, kapasitemizi gerçekleştirmemiz, yaşama geldiğimiz bu bedenin ve hikayenin hakkını vermemiz için ümitle bizlere bakıyor. Mevlana’da, Gandi’de, Mother Teresa’da ve diğer içindeki kutsal sese kulak verme cesaretini göstermiş olan nice canda var olan kapasitenin bizlerde de potansiyel olarak var olduğunu anımsamamızı ve keşfe çıkmamızı istiyor. Ve sabırlı da. Ajandası yok. Bu simülasyonun içinde bütün yaratımı bize bırakmış. 8 milyar öğretmenle bizleri bu gezegene bırakmış ve sevgili İrem Orhon’un deyimi ile birbirimize çarparak kendimizi deneyimleyip, anlamamız ve gerçekleştirmemiz için bizlere her gün, binlerce, olanak sunuyor. Gezegenimizin de bir ajandası yok. Dünya’nın sonu gelirse onun umurunda bile olmaz. Uçsuz bucaksız evrende var olan nice solar sistemin birinde yer alan gezegenlerden biri sadece. Asıl soru, bu gezegende ikamet eden biz insanlara ve ekosistemimize ne olacak?

Yeni bir yaklaşımın, yöntemin, anlayışın ve işleyişin gerekliliği kaçınılmaz. Ya bütüne hizmet eden, üst bilinçten işleyen yepyeni sistemleri yaratacağız, ya da günümüzü kurtarma yalanı altında kararsızlığımız, inançsızlığımız ve kıtlık bilincimiz ile hiçbirimizin istemediği bir gerçekliğin yaratımına onay vererek, katkı sağlayacağız. Ya içimizdeki gözlemciyi uyandıracağız ve kendimize, işleyişimize, “evet” veya “hayır” dediklerimize, tetiklenip verdiğimiz tepkilere, karanlık yanlarımıza ve yaralarımıza daha derinden bakacağız, ya da böyle geldi böyle gider inancımızla 7 nesil sonrasına hiç de hoş olmayan bir gerçekliği miras bırakacağız.

Gözlemci konumuna geçmek bu döngüyü kırmanın yegâne yolu. Gözlemci konumuna geçtiğimizde kendimiz diye nitelendirdiğimiz maskelerimizin, kimliklerimizin ve yargılarımızın ötesinde yaşamı ve kendisini gözlemleyen tarafsız bir gönül gözünün farkındalığı uyanmaya başlıyor. Kendimiz ve kararlarımız ile yüzleşme cesareti gösteriyoruz. Gözlemleme yeteneği, bizlere “dünya gerçekleri” illüzyonu altında öğretilmiş olan kibrimizden, içsel açlığımızdan, fırsatçılığımızdan ve egomuzdan işlediğimiz anları yakalama ve yakaladıkça da zamanla değiştirme imkânı sunuyor. Bu gözlem deneyimi sonunda ya verdiğimiz tepkiler, attığımız adımlar zaman içinde dönüşmeye başlayacak ya da ne yazık ki vicdanımız ve egomuz arasındaki bu uyumsuzluk bedenimizde büyük tahribat yaratarak bizleri hasta edecek. Vicdanımıza rağmen günümüzü kurtarmak adına verdiğimiz kararlar, biz farkında olsak da olmasak da, bedenimizin içinde yarattığı titreşim sebebi ile bizleri yiyip bitiriyor ve hastalıklar olarak kendini gösteriyor.

Böyle geldi böyle gider bakış açısı ile yaşamımıza devam edebilir ve tekâmül sürecini görmezden gelebiliriz pek tabi ki. Ve fakat, bir sonraki yolculuğumuzda nasıl bir gerçeklikte bedenleneceğimize dair hiçbir fikrimiz ve/veya etkimiz yok. Bu boyutta bizlere bahşedilmiş olanlar önümüzdeki yaşamda ulaşımımız dahilinde olmayabilir. Bu yaşamda yüzeysel keyifte var olmayı tercih eder, uyanma sürecimizi bir sonraki yaşamımıza ertelersek, o yaşamın bu yaşamdan çok daha şefkatli olacağını kim söyleyebilir ki? Bu bağlamda, Mahatria’nın sözlerini anımsamamızı öneriyorum; “Bu yaşam kendiniz olabilmeniz için sizlere sunulmuş yegâne şans. Lütfen kendinizi teğet geçmeyin.” diyor. Kendimize, iç sesimize, vicdanımıza rağmen işlemeye ve üretmeye devam edersek bu yaşamda potansiyelimizi kapasiteye geçirme şansımızı kaybetmiş olacağız. Gün bugün. Ya uyanacağız ve sistemin dönüşmesi için bilinçli, erdemli, vicdanlı ve yapıcı tercihler yapacağız, ya da gelecek nesillere karanlık bir dünya bırakacağız. Ya inançsızlığımızla ve vaz geçmişliğimizle, at gözlüklerimiz ile, günümüzü kurtarmaya odaklı yaşamaya devam edeceğiz, ya da elimizden gelenin en iyisini yapmaya niyet edeceğiz.

Gün bugün, tercih her birimizin içinde, vicdanımızda bizleri bekliyor.

Sevgiyle kalın.